7,5 Milyar insanın arasında senden bir tane daha var mı bu dünyada? Yok!

Bu yazıda sana özgün olmanın tam olarak ne demek olduğunu ve neden bu kadar önemli olduğunu anlatacağım.

Özgün olan bir şey kopya değil demektir. Gerçektir, saftır, özdür, hakiki ve içten gelen özbe öz halidir.

Her insan bu dünyaya kendine has özellikleriyle gelir. Parmak izin, göz bebeğin, hatta dışarı verdiğin nefesin, DNA’na ilahi gücün attığı bir imza ile işlenmiş yegane halinle, bu dünyada bir tane daha yoktur senden. Her insanın kendine has özelliklerinin, ona özel hayat amacı ile birlikte kodlanmış alanına kişinin özü diyoruz. Bu özelliklerine göre hareket etmesine ise ‘özgün olma’ hali diyoruz.

Ne yazıkki bu özgün halimiz 0-7 yaş ve sosyalleşme sürecinde bir değişime uğruyor. Fıtratımıza nakşedilmiş olan, bize özel bazı karakteristik özelliklerimizi bastırıp görmezden gelmeye başlıyoruz. Hatta bu özelliklerimizin etrafına bir çeşit duvar örüyoruz. Sahte bir kişilik geliştiriyoruz. Özümüzdeki ‘ben’den uzaklaşıyor, dış dünyaya göre şekilleniyoruz.

Oysa bir insan doğduğu andan itibaren kendi haline bırakılmış olsa, lotus çiçeğinde olduğu gibi kendine özgün incisini dünyaya sunma noktasına, doğal bir sürecin sonunda, mutlaka gelir. Ancak, doğduğumuz andan itibaren tabi olduğumuz sosyalleşme süreci buna imkan tanımıyor. Sosyalleşmenin ve ebeveynliğin o kendiliğinden açılma sürecine engel olduğu bir düzende yaşıyoruz.

Dünyaya geldiğimiz andan itibaren kimse bize, özünde gizemli ve mucizevi bir hediyesi olan, yani incisi ile açılmaya hazır bir çiçeğe yardımcı olmak gözüyle bakmıyor, onun için alan açmıyor. Aksine, şekillendirilmesi gereken hammadde olarak muamele gördüğümüz bir şekilde yetiştiriliyoruz. Hatta bazı ebeveynler çocuklarını kendi ayakları üzerinde durma yetisini kazanana dek onlara emanet edilmiş, kendine özgün bir birey olarak görmüyorlar. Tam tersine, çocuklarını kendi hayatlarında yapamadıklarını yapacak, ulaşamadıkları hayallerini gerçekleştirecek, kendilerinin bir uzantısı olarak görüyorlar.

Başka bir dille, bebeklikten itibaren bize doğuştan bahşedilen özelliklerimiz dikkate alınmadan büyütülüyoruz. Aile ve toplum tarafından uygun görülen ve istenilen şekle sokulmak için emek veriliyor. Bize hangi davranışların kabul edilebilir olduğu öğretiliyor. İstenilen şekilde davrandığımızda iyi ve güvende olacağımız empoze ediliyor. Aksine bir davranışın ise bizi kötü bir kişi yapacağını ve o davranış ile güvende olmayacağımız öğretiliyor. Hatta ebeveynlerimizin veya öğretmenlerimizin istemediği bir davranışta bulunduğumuzda kabul görmeyeceğimize ve sevilmeyeceğimize inandırılıyoruz.

Doğal olarak bize has olan, özümüzden gelen, özgün doğamızın toplum tarafından kabul görmeyeceğini düşündüğümüz, bize ait tüm özelliklerimizi, duygularımızı bastırıyor, görmezden geliyor, hatta inkar ediyoruz.   Yani bilinçaltımıza itiyoruz.

Bu aşamadan sonra kişiliğimizde bölünmeler oluşmaya başlıyor. Sadece sevilmemizi ve bu dünyada güvende olmamızı sağlayacak özelliklerimizi açığa çıkarırken, özgün doğamızın bir parçası olmasına rağmen diğer özelliklerimizi toplumdan saklamaya ve bastırmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, çiçek örneğinden yola çıkarsak, yapraklarımızın bir kısmını kapalı tutarak, dünyaya ayak uydurmak üzere, sevilmek, beğenilmek ve güvende olmak için içimizdeki hazineyi, o incimizi kendimizden bile gizler hale geliyoruz

Bilincimizin dışına ittiğimiz özelliklerimizin varlığından bile haberdar olmuyoruz. İsviçreli Psikiyatrist Carl Jung bunu öyle güzel ifade etmiş ki:  ‘Bilinçaltını bilincine taşımadığın sürece bilinçaltın senin hayatını yönetecek ve sen buna kader diyeceksin’

Bu yüzden bilincin nispetinde özgün olabiliyorsun. Özüne ait büyük bir bölüm ise bilinçaltında gizli.

Eğer tam anlamıyla özgün ve doyumlu bir hayat yaşadığını düşünüyorsan bir sorun yok, aynen devam et. Ancak bu söz konusu değil ise özün, kendini ifade edemediği her noktada, sana sıkıntısını hissettirmeye çalışacaktır. Bunu seni huzursuz ederek, bir şeyleri eksik hissettirerek ve üzüntü duymanı sağlayarak yapacaktır.  Duyulmak ve görülmek üzere içten içe feryat edecektir. Bastırdığın yanlarının görünür olmasını, olduğu hali ile kabul görme arzusunu,  bir olma, bütün olma ve  tamamlanma isteğini bu şekilde dile getirmeye çalışacaktır.

Bu nedenle özünü varoluşa çıkarmak, bastırdığın ve görmediğin, karanlıkta kalan yönlerini aydınlığa taşımak ve bu özelliklerinin görünür olmasını sağlamak son derece önemli bir konu. Kendinle barışık, doyumlu, huzurlu, sevgi dolu ve özgüvenli bir hayatı sürdürebilir kılmak ancak özgün haline yol verdiğinde bilinçaltını bilincine taşımanla mümkün.

Aydınlanmaya giden yol, kendi karanlığının, yani sana ait olan ancak senin kabul etmekten kaçındığın yönlerini görmen ve bunları yargısızca kabul etmenden geçiyor.  Ruhun bu şekilde tamamlanmaya yöneliyor. Bu yönde attığın her adımla şifalanıyorsun.  Kendi özüne, yani fıtratına sadık olmaya başlıyor ve sahte kişiliklerinden uzaklaşıyorsun.

Özetle, kişinin en iyi okullarda okumuş olması, en başarılı işleri yapıyor olması, dünyanın onu tanıması veya dünyayı gezmesi, bir nefes ile başlayan ve bir nefes ile son bulacak olan hayat yolculuğumuza dair öğrenmemiz gerekenleri bize öğretmeye yetmiyor. Bu hayatı anlamlandırmak, bilinçle, farkındalıkla yaşamak için madde ile manayı dengelemek zorundayız.  Bunun için bu dünyadaki oyun alanımızın hakkını vererek, yani maddeyi deneyimleyerek ve ruhumuzun gelişim yolculuğundaki ihtiyaçlarını anlamak, karşılamak ve özümüzü, varlığımızı bu yönde geliştirmemiz gerekiyor.

Bunu gerçekleştirebilmek için atman gereken ilk adım kendi özgün doğanı dinlemek, anlamak ve onu olduğu haliyle severek, sahiplenerek özünü varoluşa çıkarmak olacaktır.